Miles Dewy Davis, 1926 yılında varlıklı sayılabilecek bir orta sınıf ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi ve kız kardeşi de müzikle ilgileniyorlardı. On üç yaşına bastığında oğlunun tüm yaşamını yeni bir yola sokacağından habersiz diş hekimi babası tarafından kendisine hediye edilen trompet ile ilk defa tanıştı. Yeteneği trompet çalma ile sınırlı değildi. Caz tarihinin altın çocuğu, bu sıfatı yazacağı bestelerle, düzenleyeceği eserlerle kazanacaktı. Az rastlanan türden yetenekleri caza yepyeni bir ivme kazandıracaktı. 1941’de ailesi taşınınca lise topluluğundan kopup Eddie Randall ile birlikte çalışmaya başladı. Daha sonraki durağı Charlie Parker oldu. Yıllar ilerledikçe daha çok tanındı; Coleman Hawkins, Dizzy Gillespie, Benny Carter, Max Roach, George Russell, John Lewis, Illinois Jacquet ve Gerry Mulligan gibi devlerle birlikte kayıtlar yaptı. 1949 caz tarihinde önemli bir yıl olarak hatırlanacaktı çünkü Davis, düzenleyici Gil Evans ile birlikte yaşamaya başlayacak, hazırladıkları eserler ise yıllar sonra 1954’te piyasaya sunulup büyük ilgi toplayacaktı: "Birth Of The Cool". Davis kendi tarzının oturtmuştu, öteki büyüklerin coşkulu, hızlı tarzları yerine aheste, sakin bir çizgi tutturmuştu. Çok ses getiren "The Birth Of The Cool" çalışmalarına Lee Konitz, Kenny Clarke, Mulligan, Kai Winding, Roach eşlik etmişti. Davis öylesine üretkindi ki bu koşullarda Duke Ellington’ın davetini reddetmek onun için zor olmamıştı! 50’lerin başlarında Davis madde bağımlısı oldu. Geleceği zora girmişti. Uyuşturucu onu mahvedecekti ki 1954 yılında bu beladan kurtulma cesaretini kendisinde buldu. Bir bakıma yeniden doğmuştu, bu yeni hayatının ilk yıllarında Red Garland, John Coltrane, Percy Heath, Thelonious Monk, Milt Jackson, Paul Chambers, Philly Joe Jones, Horace Silver, J.J. Johnson, Lucky Thompson, Cannonball Adderley, Bill Evans gibi çok sayıda ünlü isimle birlikte çalışmalar yaptı. O vakitlerde yapılan caz anketleri onun en iyi caz ustası olduğunu söylüyordu. Uyuşturucudan kurtulmanın verdiği kararlılıkla, büyük bir plak şirketiyle anlaşıp Gil Evans ile yeniden buluştu. Evans ile 1957’den 1960’a ürettikleri eserler vazgeçilmez oldu: (piyanoda Wynton Kelly ve davulda Art Taylor ile) "Miles Ahead", "Porgy And Bess" ve (Joaquin Rodrigo’dan esinlenilen) "Sketches Of Spain"... Evans, Davis’in trompetine çok iyi uyum sağlayabiliyor, birlikte ezgileri istedikleri yere çekebiliyolardı. Davis daha da ileri gidecekti. 1957 yılında yeni çalışma arkadaşları ile yüksek verimli bir birliktelik kurdular. Sonuç unutulmaz "Milestones" oldu, iki sene sonra da "Kind Of Blue" ile caz severleri selamladılar. Birçok müzik eleştirmeni bu son saydığımız albümü caz tarihinin en büyük eseri olarak tanımlamaktalar. Aradan kırk yıl geçmesine rağmen tüm albümleri hala zevkle dinleniyor ve caz koleksiyonlarının olmazsa olmazlarından sayılıyor, "Kind Of Blue" ise listenin başını çekiyor. Açılış parçası "So What" onlarca müzisyen tarafından defalarca yorumlandı, filmlerde kullanıldı. Davis’in yaşamını çok iyi takip etmiş Ian Carr’a göre " ’Kind Of Blue’ ne kadar çok dinlenirse o kadar çok tazelik ve tat kazanıyor..." Davis, arkadaşı Coltrane’in müziğini tehlikeli buluyordu. Kendisi hep sade veduru bir çizgi izlemeye dikkat ederken, Coltrane karışık, uzun ve hızlı bir yolu tercih ediyordu. Birlikte yürütemeyecekleri açıktı. Gülmeyi seven bir kişiliğe sahip Davis’in bir keresinde Coltrane’in sololarını çok uzatmasına kızdığında verdiği "madem kendine hakim olamıyorsun lanet aleti ağzından çek, olsun bitsin" yanıtı dilden dile dolaşıp ünlenivermiştir. 1959’a gelindiğinde, New York’ta polis tarafından tartaklanıp göz altına alınan ve götürüldüğü karakoldan kafasındaki derin bir yaradan sızan kanlara bulanmış bir şekilde dönen Davis bir süre sonra polis örgütünü mahkemeye verdi. Polis hatasını ve onun haksız yere tutuklandığı gerçeğini kabul ettikten sonra ise davanın düşmesine izin verdi. Başından geçen bu olaylar onu epey yıpratmıştı. Yine de 60’lı yıllara cazın ateşleyici müzisyeni olarak girdi. Anketlerde rakibi John Coltrane’i geçiyordu. Sade ve duru tarzına sadık kalmayı seçen Davis çalışma arkadaşlarına özgürlük ve geniş bir alan sunuyordu. 1964’te dünya Beatles çılgınlığıyla çalkalanadururken Davis, Herbie Hancock, Wayne Shorter, Ron Carter ve Tony Williams ile birlikte 1965 yılında müzik tarihine bir başka kilometre taşı bırakıyordu. "Filles De Kilimanjaro" gelinceye kadar geçen süre içerisinde Davis rock müziğe yakın ilgi göstermişti. Elektrikli çalgıları ve ses denetleyicileri kullanmak ona yeni bir ufuk kazandırmıştı. Jimi Hendrix gibi ustaların elektrikle neler yapabileceğini görmek onu heyecanlandırıyordu. Davis, caz ile geleneksel rock ezgilerini birlikte kullanma fikrini sevmişti, bazı beyaz rock şarkıcılarının saygısızca karşı koyuşlarına rağmen... 70’lere girerken artık kendisini rock müzik severlere de beğendirmişti. Kendisine büyük şenliklerdeki konserlerde eşlik eden gitarist John McLaughlin için "bana onun gibi çalabilen bir zenci getirin, ben de onunla çalışayım." diyecekti... Davis’in topluluktan arkadaşları Keith Jarrett, Airto Moreira, Chick Corea, Dave Holland, Joe Zawinul, Billy Cobham ve Jack DeJohnette idi. "In A Silent Way" ve "Bitches Brew" bu birliktelikten doğan iki büyükçalışma oldu. Farkında olmadan yeni bir müzik türü de ortaya çıkıyordu, daha sonra kaynaşma (fusion) adını alacak olan caz-rock. Yaptıkları albümler rock etiketi ile satışa sunuldular, bu da onlara listelerde başarı getirdi. 70’lerin ilk yıllarında cazdan iyice uzaklamaya başlamış, rock müzikle daha yakından ilgilenmeye koyulmuştu. 1975 yılında bir trafik kazasını da içeren bir dizi kişisel dertleri, yeniden baş gösteren uyuşturucu sorunu, bir yaralama olayı, polis örgütüyle arasındaki gerginlik ve tutuklanışı ile Davis kendisini izleyenleri şaşırtmayarak, dinlenmeye çekildi. Bu zorlu dönemde ciddi bir hastalık da geçirince artık gelecekte çalacağına dair beklentiler solup yok olmaya başladı. Herkesi şaşırtarak altı yıl sonra sağlıklı ve zinde bir şekilde geri dönen, üstelik eli boş değil, "The Man With The Horn" ile geri dönen Davis, gitarı John Scofield’ın, saksafonu Bill Evans’ın kullandığı yeni bir ekip ile çalışmaya ve canlı sunumlarında övgü dolu eleştiriler almaya başladı. Canlı bir havası olan "" çalışmasında pop tadında parçalar vardı; Cyndi Lauper, Michael Jackson gibi isimlerin şarkılarına sihirli bir caz dokunuşu... Bunu saldırgan tutumu gözlerden -ve kulaklardan- kaçmayan "disko" allbümü "" izledi. Ardından "The Hot Spot" filminin müziklerinde Taj Mahal, John Lee Hooker, Tim Drummond ve Roy Rogers ile blues çaldı. Yaşamının son yıllarında Miles Davis dünyayı turlayarak kayıtlar yapmaya koyulmuştu. Beklenilen kaliteli müziğini esirgemeden hayatının kazanımlarını, bilgisini, ritmini dinleyicilere sunuyordu. Resim merakının başlayıp geliştiği yıllarda rahatsızlandı, 1991’de hastaneye kaldırıldığında kurtarılamadı ve öldü. Dünyanın her yerindeki ölüm ilanlarını yazanlar ne güzel görünmeye ne de etkileyici olmaya çalışıyorlardı. Onun hakkında zaten yıllardan bu yana harikulade şeyler yazılıp çizilmişti. Django Bates bir konuşması sırasında en beğendiği Davis parçalarının 1926 ile 1991’in ortaları arasında yazılmış olanlar olduğunu söylüyordu. Ian Carr onun müziğini "durmak bilmez zeka, muhteşem yüreklilik, mutlak bütünlük, dürüstlük ve her zaman sanatı peşinde koşan araştırmacı ruh, başka hiç bir yerde olmadığı kadar vardı onun içinde..." sözleriyle tanımlıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder